Marks ve Engels’in takipçilerine derli toplu bir devlet kuramı miras bırakmamış olmaları, Marksist literatürdeki devlet olgusuna yönelik yaklaşımların farklılıklar içermesine neden olmuştur. Marksist bir bakış açısıyla ortaya konulmuş devlet kuramlarının başarılı bir tasnifi niteliğinde olan bu kitapta ise yazar, Ortodoks iktisat bilimi geleneğinin devleti iktisadi alanın dışında tutan yaklaşımını eleştirerek, devletin “ ekonomi politik” bir analiz çerçevesinde incelenmesinin gerekliliğini vurgulamaktadır. Ayrıca yazar,Ortodoks iktisat biliminin “piyasa ekonomisi” adı verilen bir fiksiyon çerçevesinde, devleti sınıflar üstü bir aygıt olarak görerek sosyal gerçekliğin algılanması noktasında hatalı bir yaklaşım içerisinde olduğunu dile getirmektedir.
Kitabın 1. Bölümünde yazar, klasik Marksist metinlerdeki devlete yönelik yaklaşımları özetleyerek, bu yaklaşımların büyük ölçüde devleti “egemen sınıfın baskı aracı” olarak görmekte olduğunu ifade etmektedir. Gerçekten de birkaç istisna dışındabu yaklaşımların, egemen sınıfın baskı aracı olarak görülen devletin farklı şekillerde izah edilmesi olduğu söylenebilir. Ayrıca bu bölümdeyazar,Gramsci’nin devlet kuramına ayrı bir parantez açarak, bu kuramın Marksist literatürdeki önemine vurgu yapmaktadır.
Gramsci’nin iktisadi indirgemecilikten kaçınarak “hegemonya” kavramı çerçevesinde incelediği devlet olgusu, Marksist devlet kuramlarının en açıklayıcı analizini sunmaktadır. Gramsci, Marks’ı Marksizm’den kurtarabilmek adına giriştiği çalışmalarında, bilinç ve maddeyi zarif bir biçimde entegre etmiştir.Gramsci’ye göre irade, sadece mevcut ekonomik koşullar tarafından oluşturulan gereksinimlere uyduğu ölçüde tarihi yönlendirmektedir. Gramsci,“devlet= siyasal toplum+ sivil toplum” formülüyle, devletin zorlayıcı bir güce bürünmüş hegemonya olduğunu ifade etmektedir. Gramsci’ ye göre burjuva toplumu, salt baskıya dayalı bir şekilde yönetilmemektedir. Egemen sınıfın baskısına karşılık aktif bir rızanın da olduğunun altını çizen Gramsci, hegemonyanın “güç + rıza” şeklinde tesis edildiğini ortaya koymuştur. Yani nihai olarak Gramsci’ ye göre, fikirler ve ideolojinin de etkilediği bir ekonomik yapı mevcuttur ve dolayısıyla devlet basit bir politik ya da kuramsal aygıt değildir.
Kitabın ikinci bölümünde yazar, “stamocap” olarak da ifade edilen tekelci devlet kapitalizmi yaklaşımının temel ön kabullerini ortaya koymaktadır. Bu bağlamda; tekelci devlet kapitalizmi teorisine göre, devletin iktisadi alanı tamamıyla ele geçirmesi tekelci kapitalizm evresinden sonraki zorunlu bir evredir. Bu süreçte; işçi sınıfıyla tekelci kapitalist sistemde dezavantajlı duruma düşen küçük burjuvazi, ittifak kurarak sosyalizme barışçı ve parlamenter bir şekilde geçilmesinin sağlanacağı öngörülmektedir. Kısaca bu şekilde ifade edilebilecek stamocap yaklaşımı, mekanik ve indirgemeci olmakla eleştirilmiş ve 1970’lerden itibaren Marksist devlet kuramı alanında yeniden bir canlanmaya neden olmuştur.
Kitabın son bölümde ise Marksist devlet tartışmalarında Rönesans başlığı altında, sırasıyla araççılık, yapısalcılık ve devletin türetilmesi yaklaşımları ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştır. Araççı yaklaşımın temel tezi, modern kapitalistlerin kendi uzun dönem sınıf çıkarlarına hizmet edecek kamu politikalarını biçimlendirebilecekleri ve bu politikaların devlet kurumları yoluyla benimsenip uygulanmasını güvence altına almaya yetkin olduklarıdır.(syf. 41-42) Büyük ölçüde güç yapısı araştırması metodolojisine dayanan bu yaklaşım; servet, statü, kuvvet ve bilginin bir toplumda kilit önemde kaynaklar olduğunu ifade etmektedir. Bu kaynaklar, sahip olunma derecesine göre toplumsal bir yapı tesis etmektedir. Yazar, bu yaklaşımın Marksist olamayacağını iddia ederek, Marksizm’insermayenin belirleyici olduğu bir toplumsal tasavvur barındırdığını vurgulamaktadır.
Milliband’ın yaklaşımına göre, üst düzey yönetim kademesindeki personel ya belirli elit ailelerden ya da kurumlardan gelmektedir veya bu kökenlerden gelmeyenlerde burjuvazinin değerlerini benimsemiştir. Sonuç olarak devlet, elitlerinin kamusal politikalar konusundaki düşünceleri onların mevcut ekonomik sisteme bağlılıkları ve bu sistemi kabulleri yoluyla biçimlendirilmektedir.(syf. 47-48)
“Devletin göreli özerkliği” olgusuna dikkatleri çeken Milliband, egemen sınıf ile devlet arasında tesis edilen bir ortaklık modeli önermektedir. Siyasal mekanizmalar iktisadi mekanizmalardan kısmen özerktir, ancak nihai olarak devlet sınıf iktidarına uygun politikalar üretmek zorundadır. Bu bağlamda iktidarlar,ulusal çıkarın kapitalist girişimin refahına bağlı oluğunu topluma kabul ettirerek kapitalist sisteme bir meşruiyet giydirmektedirler. Araççı yaklaşımın ne yaptığının bilincinde olan bir yönetici sınıf tasavvur etmesi, yoğun eleştiriler almış ve yapısalcı ekolun ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Yapısalcı ekolün öncülerinden biri olan Poulantzas’a göre kişiler sistemin yapısal mantığından daha az önemlidirler ve sistemi yaratmaktan ziyade yansıtırlar. Yapısalcı ekole göre insanlar bağımsız özneler olarak değil belirli yapısal sınıf ilişkilerinin taşıyıcıları olarak görülmüştür. Poulantzas’a göre devlet, toplumsal formasyonun düzeylerini birleştirici ve sistem olarak bütünsel dengesini düzenleyici öğe konumundadır yani toplumsal ilişkilerde sınıf egemenliği mevcutsa, devlette bunun bir yansıması olarak egemen sınıfın kontrolündedir. Ayrıca devlet, işçi sınıfının birliği ve kapitalist sınıfının çözünmesi ihtimalinin yol açabileceği sakıncaları ortadan kaldırma işlevini de görmektedir. Devletin göreli özerkliği sayesinde yerine getirebileceği bu işlevler, devletin iktisadi alandan özerk, ancak bu iktisadi sistemin istikrarını sağlama noktasında da egemen sınıfa biat etmekte olduğu bir yapıya hizmet etmektedir.Milliband’ın bu teoriye yönelik eleştirilerine göre, “yönetici sınıf” yerine “nesnel yapıları” koyan Poulantzas’ın mantığına göre bakıldığında, muhafazakar, sosyal demokrat hatta faşist iktidarlar tarafından yönetilen devletlerin hiçbir farkı olmayacaktır.
Devletin göreli özerkliği hususunu tam anlamıyla açıklayamadığı düşünülen yapısalcı kurama yönelik eleştiriler, devletin türetilmesi yaklaşımı çerçevesinde ele alınmaktadır. Türemeci yaklaşım, devletin temelindeki çelişkiler arasındaki ilişkileri açıklayabilecek daha dinamik bir devlet yaklaşımı geliştirmek iddiasıyla ortaya çıkmıştır. Bu yaklaşımın sermaye temelli eğilimine göre devlet, belirli kapitalistler arasındaki rekabetin doğurduğu piyasa başarısızlıkları ile karşılaşıldığında, “genel olarak sermaye”nin çıkarlarını korumak için “ideal kolektif bir kapitalist” olarak işlev gören bir kurumdur. Böylece belirli kapitalistlerin çıkarlarından bağımsız, özerk bir devlet, kapitalist toplumsal formasyonun yeniden üretilmesi için gereklidir. Devlet; genel hukuk sistemi(erken kapitalizm evresi), emek ve sermaye arasındaki çelişkileri düzenleyen ideolojik aygıtlar (tüm evreler), uluslararası sermayeye karşı askeri aygıtlar (dünya kapitalizmi evresi) ve kapitalist üretimin alt yapısı(devlet kapitalizmi evresi) gibi mekanizmalarla, egemen sınıfın çıkarına hizmet eden özerk görünümde bir kurumdur.
Yazar’ın önemle vurguladığı Hirch’in “Fordist Güvenlik Devleti” analizine göre ise, devletin herhangi bir önemli fonksiyonla donatılmadan önce özerk bir güç olarak bulunması gerekmektedir. Bir merkezileşmiş güç tekeli olarak devlet, işçi sınıfını şiddet araçlarının kullanımından yoksun bırakmak için gereklidir. Hirch’e göre, devlete öncelikle meşru güç kullanım tekelini yüklemek gerekmektedir. Devlet biçimi, iktisadi olan ile siyasi olanın sürekli olarak ayrımını gerektirmektedir ve devletin varlık sebebi de bu ayrımın sürekli olarak üretilmesine bağlıdır. Hirch’inFordist Güvenlik Devleti’nden kast ettiği ise, kapitalizmin geleneksel bağları giderek çürütmesi sebebiyle, devlete aktif bir rol düşmüştür. Yani Fordist Güvenlik Devleti; aile, akrabalık gibi geleneksel dönemde sosyal güvenliği sağlayan kurumların yerini almıştır. Bu süreçle birlikte devlet, sosyal yeniden üretimin temelbileşeni halini almıştır ve bu sebeple baskıcı ve ideolojik bir üstyapı kurumu olarak değerlendirilemez.
Holloway ve Picciotto’nun öncüsü olduğu sermaye ilişkisinin görüngüsü olarak devlet eğiliminde ise devlet, kapitalizmdeki diğer sosyal biçimler gibi( rant, faiz.. vb.), sermaye sosyal ilişkisinin sosyal biçimi olarak değil de, diğer şeylerden ayrı bir şeymiş gibi görünmektedir. Fetişizm olarak değerlendirilen bu durum, sınıf egemenliğinin yeniden üretimine yardımcı olmaktadır. Bu süreçte tasarlanan gerçeklik, işçi sınıfı mücadelesini törpülemekte ve sermaye ilişkisinin temel eşitsizliği, politik aşamada hayali eşitlik biçimine dönüşmektedir. Daha somut bir ifadeyle; işçinin yerini vatandaş yerleştirilerek, iktisadi eşitsizlikler siyasi eşitliğin gölgesi altında bırakılmaktadır.
Sistem Analitik Yaklaşımın öncülerinden Offe’ye göre; hem araççı hem de yapısalcı perspektifler devlet faaliyetlerinin sadece dışsal belirlenimleri ile ilgilenmektedir. Araççılar, devleti, devlet aygıtının dışsal manipülasyonuna ilişkin olarak açıklamakta, yapısalcılar ise mümkün devlet faaliyetlerinin alanını sınırlandıran dışsal kısıtlamalarla açıklamaktadır.(syf. 116) Ancak devletin sınıf karakterini de kapsayan içsel mekanizmaların da ortaya konulması gerekmektedir. Bu çerçevede sistem analitik yaklaşım; devletin, bir yandan sermaye birikimini sürdürme diğer yandan ise politikalarından hoşnutsuz sınıfları sisteme bağlı kılma gibi iki temel kaygıya göre sınırlanmış bir çerçevede hareket ettiğini kavramsallaştırmaya çalışmıştır. Bu bağlamda Habermas’ın sözünü ettiği gibi devlet, iktisadi krizler, rasyonalite krizleri, meşruiyet krizleri ve motivasyon krizleri ile karşı karşıya olan çetrefilli bir yapıdır. Yazara göre örneğin uygulanan sosyal politikalar devlete mali olarak ağır bir yük bindirdiğinde,“rasyonalite krizi” ortaya çıkacaktır. Devletin sosyal politikalardan sermayenin sürdürülmesi adına vazgeçmesi, toplumda derin bir “meşrutiyet krizine” yol açacak bu da toplumda devlete karşı güvenin ortadan kalkmasına yani “motivasyonkrizini”nin ortaya çıkmasına neden olacaktır.
Yazar kitabının son sözünde, Marksist devlet kurumlarının Türkiye örneği üzerinden bir analizini sunmaktadır. Yazara göre Türkiye’de Hirch’inifade ettiği Fordist Güvenlik Devleti, Türkiye’de bir tarihsel zorunluluk olarak ortaya çıkmadığı için, refah politikaları başarısızlıkla sonuçlanmıştır.Zira Türkiye’de refah devletinin ortaya çıktığı yıllarda, kapitalist çelişkiler daha gün yüzüne çıkmamıştır. Günümüzde dahi Türkiye’de kırsal nüfus emek deposu olma özelliğini sürdürmekte, Türk aile yapısı da hala sosyal güvenlik kurumu olarak işlev görmektedir. Türkiye’de bilinçli bir işçi sınıfının ortaya çıkmayışı da bu sözü edilen pre-kapitalist ilişkilerin halen devam etmesinden dolayıdır. Yazar son olarak 28 Şubat 1997 krizini Offe’nin olumsuz seçme kavramı üzerinden okumakta ve Türkiye’de sermaye birikim sürecinin mevcut yönelimini değiştirme ihtimalini hissettiren Refah Partisi’nin siyasal sistemin dışında bırakıldığını ifade etmektedir. Ancak 27 Şubat Vakasının salt iktisadi etkenlerle açıklanması oldukça indirgemeci bir bakış açısının ürünü olacaktır. Bu olayda, resmi ideolojik reflekslerin de etkisi olduğu gözden kaçırılamalıdır.
Candaş CAN
Candaş CAN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder