5.02.2015

Türkiye'de Devlet ve Sınıflar | Çağlar Keyder

Keyder bu kitapta, Türkiye’de devletin sınıflarla olan ilişkilerini tarihsel sosyolojik bir bakış açısı ile derinlemesine incelemektedir. Bu çaba içerisindeki yazar, iktisadi politikalardaki değişimlerin ise büyük ölçüde mevcut dünya sistemi tarafından şekillendiğini vurgulayarak, dışsal etkenlerinde varlığını gözden kaçırmamaktadır. Bu bağlamda kendi ifadesiyle, sınıf mücadelesi, ülke içi gelişmeleri dünya ekonomisi bağlamında belirlemektedir.

Kitapta, Osmanlı’nın klasik dönem sosyo-ekonomik yapısının analizi ile başlanmaktadır. Böylece çalışma, geniş bir tarihsel perspektifi kuramsal bir zemine oturtma çabasındadır. Yazara göre Osmanlı İmparatorluğu feodal değildir. Zira Osmanlı’nın hiçbir döneminde bir toprak oligarşisi oluşmamış ve köylülük bağımsız durumunu büyük ölçüde muhafaza etmiştir. Köylüler, toprak sahiplerinin herhangi bir baskısında veya vergi ödeme güçlüğü çektikleri noktada, geniş bir kapsamı devlete ait olan topraklara göç etmek hususunda özgürce karar verme gücüne sahip olmuşlardır.


Keyder; vergi rejiminin bozulması, fetih alanının daralması ve kara ticaret yollarının değişmesi sebebiyle periferileşme dönemine giren devletin, iltizam usulüne geçmesi ile ayrıcalıklı bir ayan sınıfının oluşmasına seyirci kalmak zorunda kaldığını ifade etmektedir.

Yazara göre, Tanzimat dönemi ile vergi rejiminde kısmen klasik dönem vergi rejimine geri dönüldüğünü ve tarımsal artığın merkezin eline geçtiği görülmektedir. Bu tarımsal artık, iktisadi yeniden üretime değil de memur sınıfına ve sarayın lüks masraflarına aktarılmıştır. Bu da sistemin giderek yozlaşmasını beraberinde getirmiştir. Kapitalizmle bütünleşme sürecinin miadı olarak görülebilecek Tanzimat reformları ise gayrimüslim burjuvazinin, Müslüman unsurların aleyhine ezici bir üstünlük sağlamasına neden olmuştur. Nitekim ilerleyen süreçte İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin özellikle I. Dünya Savaşı’nda gayrimüslim unsurların birçoğunu tasfiye etmesi ve 1924’teki nüfus mübadelesi sebebiyle, ülke topraklarında kısmen burjuvazi olarak nitelendirilebilecek bir sınıf oldukça zayıflamıştır. Zaten gayrimüslim burjuvazinin etnik milliyetçi amaçları da, siyasal amaçlarının önüne geçmiştir. Bu da yazara göre, Türkiye’de burjuvazinin devleti elindeki bir araç olarak kullanması sürecini geciktirmiştir.

Keyder’e göre Türkiye’de devletin egemen sınıfın çıkarına hizmet etmesi, 1950 Demokrat Parti iktidarında tam anlamı ile gerçekleşmiştir. Devletçi politikalar sebebiyle sermayesini arttırmış olan burjuvazi, 1945’lerden sonra konjönktürel bir eğilim ile devletin müdahaleci politikalarından rahatsızlık duymuş ve siyasal sistemi etki alanına dahil etme içerisine girmiştir. Bu dönem ve ithal ikameci dönemdehakim olan sınıf mücadelesini büyük ölçüde bürokrasi-burjuvazi arasındaki bir mücadele olarak yorumlayan yazar, bürokrasiden neyi kastettiğini tam anlamıyla açıklığa kavuşturmamaktadır. Ayrıca Boratav’ın da ifade ettiği gibi bürokrasiyi bir sınıf yerine kapitalist ilişkilerde varlığını sürdüren “ara bir tabaka” olarak görmek daha anlamlı olacaktır. Marxist olma iddiasında olan bir çalışmada, alt yapı ile üst yapı arasındaki organik ya da inorganik tüm ilişkilerin gözden kaçırılması da çalışmanın bir başka eksiğini ortaya koymaktadır. Bu hususta sermaye ve toprak sahibi olan sınıflardan tamamen özerk bir devlet tasavvuru, yazarı ciddi bir tarihsel gözlem zafiyetine düşürmektedir.

Yazarın bakış açısındaki eksiklikler, Batı-merkezli kuramlardan faydalanan sosyal bilimciler için, teori ve pratik arasındaki uyumun zaruretini göz ardı etmemesi gerektiği noktasında da ders verici niteliktedir. “Devletin göreli özerkliği” olgusunu Türkiye pratiğinde ortaya koyma çabasına girmiş olan Keyder, Boratav’ın ifade ettiği gibi “kuramsalcı” bir hataya düşmektedir. Daha açık bir ifadeyle çalışma boyunca, toplumsal gerçekliği tam anlamı ile açıklama gücüne sahip olmayan bir kurama saplanmış bir bakış açısı, Türkiye’de siyasal, sosyal ve iktisadi pratikleri açıklama noktasında yetersiz kalmıştır.

Ancak tüm bunlarla birlikte bu çalışma, Türkiye’de tarih yazımında görülen pek çok zafiyetin giderilmesi açısından, önemli bir bakış açısı sunmaktadır. Çoğunlukla salt siyasal aktörler ve siyasal olaylar çerçevesinde yazılan Türk Siyasi Tarihi, “siyasal olan”ı biçimlendiren sınıfsal çelişkilerin yani iktisadi etkenlerin gözden kaçırılmasına neden olmaktadır. Bu da Türkiye’de tarih yazımının yüzeysel bir bakış neticesinde şekillendiği gerçeğini ortaya koymaktadır. Keyder’in metodolojik ve ampirik hataları bir yana bırakıldığında, siyasi tarihi sosyal, iktisadi ve de uluslararası bağlamından koparmadan ele alması, kayda değer bir çaba olarak görülmelidir.

Nihai olarak, “Türkiye’de burjuvazi ideoloji neden yükselemedi?” sorusunu yönelten Keyder’in, bu konudaki tespitleri oldukça önemlidir. Keyder’e göre; Türkiye’de burjuvazinin devletin himayesinde gelişmesi, burjuvazinin doğuşundan kaynaklı bir pasif duruşunu da beraberinde getirmiştir. Yani Batı’daki örneklerinin aksine Türkiye’de burjuvazi, kuruluştan günümüze değin sosyal sistemde devlet tarafından ayrıcalıklı/kayırılmış bir sınıf olarak kendisini göstermiştir. Menderes dönemi ile başlayan popülist politikalar ise, alt sınıfları siyasal sistemden dışlayan bir etkiye neden olmuştur. Türkiye’de sivil toplumun özerkleşmesini de imkansız kılan bu durum, siyasetin hem sağda hem de solda iktidara gelmenin bir yolu olarak görülmesine ve demokrasinin ise oy toplamanın dar sınırları içine hapsedilmesine neden olmuştur. Günümüz Türkiye’sinde toplumun büyük bir kısmının sınıfsal ilişkilerden bihaber biçimde, “burjuva fetişizmi” içerinde yaşıyor olmasının da büyük ölçüde bu tespitlerle açıklanması mümkündür.

Candaş CAN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder