3.07.2015

Krzysztof Kieslowski | Üç Renk | Yaşlılık, Güçsüz Düşme ve Duyarsızlık Üzerine



Üçlemenin tüm filmlerinde Kieslowski Paris'teki geri dönüşüm kutularından birine şişe atmaya çalışan kambur bir yaşlıyı gösterir. 
Kieslowski'nin yaşlılık, güçsüz düşme ve duyarsızlık konularına bakışını bu sahneler özelinde değerlendirmeye çalışacağım.  
Mavi
Üçlemenin ilk filmi olan Mavi'de Julie'yi bir bankta kulağında müzik güneşi hissederken görüyoruz. Gözleri kapalı güneşin tadını çıkartan Julie geri dönüşüm kutusuna şişe atmaya çalışan yaşlı kadından tamamen habersizdir ve farkına varmaz.  
Yaşlı kadın ağır adımlarla ve zorlanarak şişeyi geri dönüşüm kutusuna atmaya çalışırken yanından köpeği ile geçen genç adam kadını fark eder ancak yardımcı olmaz. 


20.03.2015

3 | ILO Sözleşmelerinin İşgücü Piyasasının Düzenlenmesine Yönelik İncelenmesi

Uluslararası Çalışma Örgütü "ILO"
Uluslararası Çalışma Örgütü, 1919’da imzalanan Versay Anlaşmasında öngörülen Milletler Cemiyeti ile ortaya çıkmıştır. Amaç, Birinci Dünya Savaşından sonra giderek büyüyen sorunlara yönelik sosyal reform niteliğinde çözümler bulmak ve reformların uluslararası düzeyde uygulanmasını sağlamaktı.

İkinci Dünya Savaşından sonra, Filadelfiya Bildirgesi ile birlikte, ILO'nun temel amaç ve ilkeleri dinamik bir yeniden oluşum ve genişleme sürecine girmiştir. Bildirge, savaş sonrası ulusal bağımsızlıkla birlikte büyümeyi öngörmüş, gelişmiş dünya ile büyük ölçekte teknik işbirliğinin başlangıcının müjdecisi olmuştur.

Uluslararası Çalışma Örgütü, sosyal adaletin ve uluslararası insan ve çalışma haklarının iyileştirilmesi için çalışan bir Birleşmiş Milletler ihtisas kuruluşudur.
Dünya savaşının yarattığı karışıklık sonucu ortaya çıkan ve üç çeyrek asır süren değişim kargaşası ile yoğurulan Uluslararası Çalışma Örgütü, evrensel ve sürekli barışın ancak sosyal adalet ile sağlanabileceğini savunan bir temel ilke üzerine kurulmuştur.

19.03.2015

2 | İşgücü Piyasalarını Düzenleyen Kurumlar

Günümüzde ekonomik, sosyal ve siyasal alanda yaşanan değişimler işgücü piyasasının ve özellikle istihdam hizmetlerinin yeniden düzenlenmesini gerekli kılmaktadır.

Ekonomik faaliyetlerin küreselleşmesi ve artan rekabet nedeniyle işletmelerin teknolojik yenilikler sayesinde yapısı değişmektedir. Buna bağlı olarak iş organizasyonu ve iş ilişkilerinde değişim kaçınılmaz hale gelmektedir. Bu gelişmeler işgücü piyasasına da yansımaktadır ( Erdut, 2000: 149).
İşletme Organizasyonunda Değişim: Esnek işletme işgücü piyasasında değişimi zorunlu kılan etmenlerin başında gelmektedir. Bu anlamda bir tek model değil, her bir işletme ve işçilerin değişen koşullara sürekli uyum sağladığı sınırsız modeller bulunmaktadır. Bununla birlikte esnek yada “ağ işletme” modelinin temel unsurlarını ve işleyişini belirlemek mümkündür.

Ağ işletme; ana işletmenin bir üretim projesini gerçekleştirmek için aralarında kaynakları tahsis ettiği, oluşturduğu ve kendisiyle özdeşleştirdiği çok sayıda küçük ve orta boy işletmenin faaliyetinin eşgüdümünün sağladığı ve iş bölümüne dayandırdığı bir organizasyon türüdür.

18.03.2015

1| İşgücü Piyasası Nedir? İşgücü Piyasalarının Temel Özellikleri

İşgücü piyasası işlevsel olarak hem çalışma ekonomisi hem de endüstriyel ilişkiler sistemi içerisinde önemli yapı taşlarından birini oluşturur (Lordoğlu ve Özkaplan, 2003: 79).

İşgücü piyasası, çalışanlarla çalıştırılanların veya emek arzı ile emek talebinin karşılaştığı ve bu karşılaşmanın sonucu olarak ücret haddinin teşekkül ettiği, bütün istihdam şartlarının sözlü yada yazılı bir sözleşme ile tayin edildiği ve işçi işveren ile ilgili diğer münasebetlerin yürütüldüğü yer olarak tanımlanabilir. (Seyyar, 2002;147).
Bu tanımdan hareketle işgücü piyasasını diğer piyasalardan (mal piyasası, sermaye piyasası gibi.) ayıran bazı özellikleri şöyle sıralayabiliriz;
- Çalışanlarla çalıştıranların yani işçi ve işverenlerin karşı karşıya olduğu bir ilişkiyi anlatır.
- Bu ilişki süreklilik esasına göre devam eder. Oysa mal ve hizmet piyasalarında mal veya hizmet satılınca bir başka ihtiyaca kadar ilişki sona erer.
- Diğer piyasalarda; örneğin mal piyasasında, taraflar arasındaki ilişkinin belirleyicisi daha çok fiyatlar ve mal miktarı iken, işgücü piyasasında ücretin belirlenmesi dışında çalışma ortamı, iş güvenliği, işin ağırlığı gibi etkenlerde söz konusudur.
- Güçler dengesi eşit bir dağılım göstermez. Güç, emek talebinin yani işverenin lehinedir. İşgücü piyasasının çerçevesini çizen kurallar ve kurumlar emek arzedenlerin lehine bir takım düzenlemeler getirse de ilişkilerde güçler dengesi halen emek talebinin lehinedir.
- İşgücü piyasasında emek arzedenlerin heterojen bir yapıda olması da karşılıklı ilişkilerde bir dezavantaj olarak çalışanların karşısına çıkmaktadır. 
- İşgücü piyasasını ayrıca bireylerin içine bulunduğu öznel koşullar, toplumsal ve kültürel koşullar da etkilemektedir. 
- Belirleyici bir ayrım ise işgücünün nitelik esaslı bir sınıflamaya tabi tutulmasıdır.

10.03.2015

Tembellik Hakkı | Paul Lafargue

Çalışmanın Kutsanması
1770'te, Londra'da Alışveriş ve Ticaret Üstüne Bir Deneme adlı imzasız bir yapıt yayımlandı. O dönemde belirli bir yankı uyandırdı.
Büyük bir insansever olan yazar şöyle diyordu: İngiltere'nin fabrika işçisi güruhu, İngiliz oldukları için, kendini oluşturan tüm bireylerin, doğuştan kaynaklanan bir hakla, Avrupa'nın başka ülkelerindeki işçilerden daha özgür, daha bağımsız olma ayrıcalığına sahip bulunduğu saplantısına kaptırmıştı kafasını. Bu düşünce, askerlere yararlı olabilir, yiğitlik aşılamak bakımından. Ama fabrika işçileri, bu düşünceyi ne denli az benimsemiş olurlarsa, hem kendileri, hem de devlet için o kadar iyi olur bu. İşçiler, kendilerini hiçbir zaman üstlerinden bağımsız sanmamalıdırlar. Böylesi özgürlük ve bağımsızlık hayranlığı, bizimki gibi bir devlette, belki de nüfusunun sekizde yedisinin malının mülkünün az olduğu ya da hiç olmadığı bir devlette çok büyük tehlikedir. Endüstrideki yoksullarımız bugün dört günde kazandıklarını altı günde kazanmaya razı olmadıkça, tam iyileşme gerçekleşemez.
Böylece, Guizot'dan (Gizo) yüz yıl önce Londra'da çalışma, insanın soylu tutkuları için bir fren olarak öğütleniyordu açıktan açığa. 

24.02.2015

Suda Balık | Theodor W. Adorno

Minima Moralia
Sakatlanmış Yaşamdan Yansımalar
Tekelci sanayinin her şeyi kuşatan dağıtım aygıtınca yerinden edilen dolaşım alanı, bu iflastan sonra, tuhaf bir ikinci yaşama kavuştu. Aracı mesleklerin ekonomik temelleri yok olurken, milyonlarca insanın özel yaşamı da acentelerin ve aracıların yaşamına dönüşüyor; tüm özel alan, ortada bağlanacak hiçbir iş olmadığı halde, her bakımdan ticari faaliyeti andıran bir sürecin içine çekiliyor.

İşsizinden memuruna, yatırımlarını temsil ettiği kişilerin her an gazabına hedef olabilecek kamu görevlisine kadar, bütün bu tedirgin insanlar, her yerde hazır ve nazır olduğunu sandıkları yürütme gücüne ancak duygudaşlıkla, gayretkeşlikle, işe yarayarak ve bezirgânca davranarak yaranabileceklerine inanıyorlar. Bir "bağlantı" olarak görülmeyen hiçbir ilişki kalmayacak yakında, ilkin "muteber" olup olmadığına bakılmayan hiçbir arzu kalmayacak. Bir dolayım ve dolaşım kategorisi olan bağlantılar kavramı, gerçekte dolaşımın asıl zemini olan pazardan çok, kapalı ve tekelci hiyerarşiler içinde bulmuştur gelişme ortamını.

23.02.2015

Devletin Antropolojisi | Marc Abeles

Devlet olgusunun antropolojik görüngüleri üzerine önemli bir başucu kitabı niteliğine sahip bu eserde, siyaset bilimi ve antropolojinin ortak kaynaklara sahip olduğu ifade ediliyor. Zira Abeles’e göre her ikisi disiplinde geçmişi bugünden yola çıkarak düşünmeye çalışarak, devlet ile devletten önce var olan şey arasında bir dikotomi (ikili bölü) kurarak, sonra da bu kesikliliği aşmaya imkan veren süreci yeniden kurmaya girişmekten kaçınmayarak, aynı geriye doğru tutumu benimsemiştir.(syf. 9)

Kitabın ilk bölümü olan “Devlet Takıntısı” adlı bölümde Morgan, Maine, Evans-Pritchard ve Fortes gibi antropologlardan hareketle devletin kökeni sorgulanıyor. Kitapta devletin kökenlerinin akrabalık bağlarının yerini alan toplumsal bir örgütlenmede aranması gerektiği ifade edilmektedir. Abeles bu düşüncelerine, öncelikle toplum sözleşmesi kuramcılarının (Hobbes, Locke, Rousseau) bir eleştirisini yaparak başlamaktadır. Yazara göre toplum sözleşmesi kuramı; salt felsefeden hareketle inşa edilmiş, tarihsel gerçeklik ile uyuşmayan bir soyutlamadan ibarettir. Bu anlamda, örneğin Locke’un ifade ettiği gibi insanlar hür doğmaz. Bir ailenin içine doğarlar ve bu ailede babanın iktidarı söz konusudur. Babanın iktidarı, ötekiler gibi bir yönetme biçimidir; ne daha az ne daha çok meşrudur.(syf. 27)


Devlet Nedir? | Cem Eroğul

Devlet olgusunun kökeni, doğası ve tanımı hususları, siyaset bilimi literatürünün en tartışmalı konularını oluşturmaktadır. Antik Yunan’dan günümüze değin pek çok düşünür, katkılarıyla bu alanı zenginleştirmiş olsalar da ilgili alan ideolojik ve felsefi farklılaşmalar sebebiyle çetrefilli, çözülmesi zor bir hal almıştır. Cem Eroğul’un bu kitabı ise devlet olgusunun tanımı, doğası ve kökenleri ile ilgili önemli bir referans kaynağı teşkil etmektedir.

Öncelikle bu kitapta Eroğul’un temel gayesinin Marx ve Engels’in yarım bıraktığı devlet kuramını genişletmek olduğu söylenebilir. Zira yazara göre,Marx ve Engels tam anlamıyla açıklayıcı bir devlet kuramı geliştirmemişlerdir. Bu durum aslında Marxistliteratürdeki devlete dair yaklaşımlardaki birbirinden oldukça farklı görüşlerin de temel nedenidir. Eroğul, devlet’in salt egemen sınıfın baskı aracı olarak görülmesinin devletin kavranması hususunda sığ bir bakış açışı sunmakta olduğunu ifade ederek işlevsel bir bakış açısıyla, devletin farklı görüngüleri üzerinde akıl yürütmeye davet etmektedir.

Kapitalist Devleti Anlamak | Ahmet Yılmaz

Marks ve Engels’in takipçilerine derli toplu bir devlet kuramı miras bırakmamış olmaları, Marksist literatürdeki devlet olgusuna yönelik yaklaşımların farklılıklar içermesine neden olmuştur. Marksist bir bakış açısıyla ortaya konulmuş devlet kuramlarının başarılı bir tasnifi niteliğinde olan bu kitapta ise yazar, Ortodoks iktisat bilimi geleneğinin devleti iktisadi alanın dışında tutan yaklaşımını eleştirerek, devletin “ ekonomi politik”  bir analiz çerçevesinde incelenmesinin gerekliliğini vurgulamaktadır. Ayrıca yazar,Ortodoks iktisat biliminin “piyasa ekonomisi” adı verilen bir fiksiyon çerçevesinde, devleti sınıflar üstü bir aygıt olarak görerek sosyal gerçekliğin algılanması noktasında hatalı bir yaklaşım içerisinde olduğunu dile getirmektedir.

9.02.2015

Osmanlı'da Saklı Şehzadeler

Osmanlılarda hanedan üyesi sayılabilmek için, ilk şart, sarayda doğmuş olma şartıdır. Padişahların cariyelerinden biri, herhangi bir nedenle saraydan dışlanıp, uzaklaştırılıp, başka biri ile nikâhlanırsa, öncesinde padişahtan hamile kaldığı ortaya çıksa bile; dünyaya gelen çocuk padişah ile ilişkilendirilmez, onun sayılmaz; erkek, şehzadelik; kız ise sultanlık hakkını yitirir. 
'Porfirogenetos' (sarayda doğmamış olmak) kuralı yüzünden, padişah oğlu, şehzade oldukları halde üç kişi, şehzade sayılmamış ve bu nedenle Osmanlı tahtına çıkabilme şanslarını yitirmişlerdir.

Şöyle ki: 
1- Üveys Paşa
Şehzade olduğu halde porfirogenetos olmadığından şehzade sayılmayan ilk kişi yemen beylerbeyi Üveys Paşa'dır. Daha doğrusu bu konuda bazı güçlü söylentiler mevcuttur. Bu söylentilere göre, Yavuz Sultan Selim, şehzadeliği esnasında güzel bir cariyesi ile çok yakın ilişkiler kurmuş ve cariyesi ondan hâmile kalmıştı. Ancak, cariye, bazı şımarıklıklar yapıp, saray geleneklerine aykırı hareketlerde bulununca, saraydan çıkarılıp haremden uzaklaştırıldı ve mevcut gelenek uyarınca bir bey ile evlendirildi. Yavuz, olaydan kısa bir süre sonra padişah olduğunda, bu cariyenin hareminden dışlanmadan önce, kendisinden hamile kalmış bulunduğu saptandı. Cariye, vakti gelince bir erkek çocuk dünyaya getirdi. Gelgelelim, kadın bu sırada başkasının üzerine nikâhlı bulunduğundan, çocuk da saray dışında doğup 'porfirogenetos' olmadığından, şehzade sayılmadı. Üveys adı konulan çocuğun durumu son derece gizli tutuldu ve kendisi biraz büyüyünce saraya alınıp yetiştirildi. Zira Yavuz, Üveys'i görür görmez onun kendisine son derece benzediğini fark etmiş ve Üveys'in hemen saraya alınıp yetiştirilip eğitilmesini emretmişti. Yavuz ölüp, tahta Kanunî Sultan Süleyman geçince, durumdan haberdar olduğu halde Üveys'e dokunmadı. zira, herhangi bir davranış, Üveys'e meşruluk kazandırıp yeni padişahı müşkil mevkide bırakabilirdi. Çok geçmeden de Üveys, padişahın buyruğu ile beylerbeyi olarak yemene atandı. 1547'de Üveys paşa bir çarpışmada yemende şehit düştü... 

8.02.2015

Osmanlı'da Kardeş Katlinin Kısa Panoraması

Osmanlı Hanedanında kardeş katlinin daha çok Fatih Sultan Mehmet ile geldiği sanılsa da bu tamamıyla yanlıştır. Fatih kendisinden önce olan olayların ( bilhassa fetret devri ) bir daha yaşanmaması adına bu yolu torunlarına çare olarak göstermiştir.
Osmanlı ailesinde iktidar adına ilk kan dökülmesi Osman Gazi zamanında olmuştur. Kendisinde yaşça çok büyük olan amcası Dündar Bey ağabeyi Ertuğrul Gazinin beyliği yeğeni Osman'a bırakmasını hazmedememiş ve sonunda Osman Beyin bir toplantı sırasında attığı okuyla hayata gözlerini yummuştur. Orhan gazi zamanında kayda değer birşey yaşanmamışsa da Murat Hüdavendigar Bizans İmparatorunun oğlu ile işbirliği yapan küçük oğlu Savcı Beyin gözlerine mil çektirmiş ve daha sonra boğdurmuştur.

Kosova savaşında 1.Murat'ın öldürülmesi üzerine oğlu Yıldırım Beyazıt ağabeyi Yakup Beyi cellata göndermekten çekinmemiş ve iktidarın sahibi olmuştur. Ankara savaşının kaybedilmesinden sonra başlayan fetret devrinde kardeşler Süleyman, Musa, İsa ve Mehmet arasında kıyasıya bir mücadele başlamış ve kardeşlerden zevk-i sefaya dalmayan Mehmet tahta geçmiştir. Diğer kardeşlerin sonu ise malum...

5.02.2015

Kapitalizm: Bir Aşk Hikayesi | Micheal Moore

Devlet kurumunun, ne tür bir işlev gördüğü hususunda derin düşüncelere sevk eden bu yapımda, Antik Roma’nın ve günümüz ABD kapitalizminin ürettiği toplumsal sistem ve devlet aklının arasında hiçbir fark olmadığı alaycı bir dille ele alınmaktadır. Açık bir biçimde tarihsel materyalist bir bakış açısının ürünü olan ilk sahne, Marx’ın meşhur “insanlık tarihi sınıf savaşı tarihidir.” sözünü akıllara getirmektedir. Belgeselde öncelikle 2008 “Mortgage Krizi” sebebiyle giderek yoksullaşan hatta evsiz kalan insanların dramatik bir portresi ortaya konulmaktadır.


Türkiye'de Devlet ve Sınıflar | Çağlar Keyder

Keyder bu kitapta, Türkiye’de devletin sınıflarla olan ilişkilerini tarihsel sosyolojik bir bakış açısı ile derinlemesine incelemektedir. Bu çaba içerisindeki yazar, iktisadi politikalardaki değişimlerin ise büyük ölçüde mevcut dünya sistemi tarafından şekillendiğini vurgulayarak, dışsal etkenlerinde varlığını gözden kaçırmamaktadır. Bu bağlamda kendi ifadesiyle, sınıf mücadelesi, ülke içi gelişmeleri dünya ekonomisi bağlamında belirlemektedir.

Kitapta, Osmanlı’nın klasik dönem sosyo-ekonomik yapısının analizi ile başlanmaktadır. Böylece çalışma, geniş bir tarihsel perspektifi kuramsal bir zemine oturtma çabasındadır. Yazara göre Osmanlı İmparatorluğu feodal değildir. Zira Osmanlı’nın hiçbir döneminde bir toprak oligarşisi oluşmamış ve köylülük bağımsız durumunu büyük ölçüde muhafaza etmiştir. Köylüler, toprak sahiplerinin herhangi bir baskısında veya vergi ödeme güçlüğü çektikleri noktada, geniş bir kapsamı devlete ait olan topraklara göç etmek hususunda özgürce karar verme gücüne sahip olmuşlardır.

Devlete Karşı Toplum | Pierre Clasters

Siyasal antropoloji çalışmalarında önemli bir referans kaynağı sayılabilecek bu kitapta, iktidar kavramının içeriği sorgulanarak ilkel topluluklarda şiddete dayanmayan iktidar türünün de mevcut olduğu ortaya konulmaktadır. Ayrıca, iktidarın sadece şiddet, zorlama, emir- itaat ilişkileri çerçevesinde tanımlanmasının etnosantrist bir bakış açısının ürünü olduğu, madalyonun diğer yüzünde ise devletsiz toplumların yani şiddete dayanmayan iktidarların da gözden kaçırılmaması gerektiği vurgulanmaktadır.

Clastres, devlet olgusunun kökenini, siyasal iktidarın şiddet kullanma yetisine sahip olmaya başladığı dönemle tarihlendirmektedir. Zorlamanın ve itaatin her yerde ve her zaman siyasal iktidarın özünü oluşturduğunun söylenemeyeceği ifade eden yazar, antropolog ve etnologların ve de siyaset bilimcilerin bu noktada etnosantrizm[1] içinde olduklarını belirtmektedir. Clastres, ayrıca devletin kökenlerini salt üretim ilişkilerindeki değişmelerde-artı değerin ortaya çıkmasında- bulan Marksist kuramın da bilimsellikten yoksun olduğunu vurgulamaktadır. Zira artı değeri üretememiş pek çok toplumda şiddete dayanan bir iktidar- yani devlet- görülmekte iken, artı değerin mevcut olduğu bazı toplumlarda ise şiddete dayalı bir iktidar türü görülmemektedir.